YUSUF ATILGAN’IN HAYATI ve EDEBİ KİŞİLİĞİ

Yusuf Atılganın Hayatı ve Edebi Kişiliği,Yusuf Atılganın Hayatı,Yusuf Atılganın Edebi KişiliğiYusuf Atılgan,Yusuf Atılganın Eserleri Nelerdir

Yusuf Atılgan
Yusuf Atılgan

YUSUF ATILGAN’IN HAYATI ve EDEBİ KİŞİLİĞİ

Yusuf Atılgan 1921’de Manisa’da doğdu. Manisa Ortaokulu’nu (1936), Balıkesir Lisesi’ni (1939) ve ikinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak devam ettiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi(1944); A. Nihat Tarlan yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin konusu “Tokatlı Kâni: Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji” idi.O dönemde Akşehir’de bulunan Maltepe Askeri Lisesi’nde bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı(1945). 1946’da Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşti ve burada çiftçilikle uğraştı. 1976’da İstanbul’a döndü; 1980’den sonra Milliyet (daha sonra Karacan) Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, kısa bir süre de Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda’daki evinde öldü (9 Ekim 1989).
Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında ter aldı. Anayurt Oteli 1987’de Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı. 1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında “Evdeki” öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) birincilik, “Kümesin Ötesi” öyküsüyle (Ziya Atılgan adıyla) dokuzunculuk kazandı. Aylak Adam romanıyla 1957-58 Yunus Nadi Roman Armağanı’nda ikincilik ödülü aldı. Ölümünün ardından Yusuf Atılgan’a Armağan (1992) adlı bir kitap yayımlandı.
Kitapları:
Roman: Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000).
Öykü: Bodur minareden Öte (1960), Eylemci (Bütün Öyküleri; 1992). Çocuk Kitabı: Ekmek Elden Süt Memeden (1981). Çeviri: Toplumda Sanat (K. Baynes; 1980).

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Cumhuriyet Dönemi edebiyatı yazarlarımızdan olan Yusuf Atılgan romanlarının merkezine “bireyin yalnızlığı” konusunu oturtmuştur. Özellikle Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarında “yalnızlık” bir sorun olmaktan çıkmış bir sorunsala dönüşmüştür. Yazar insan ruhunun derinliklerine inmiş, insanın içindeki kötülük tohumlarını gözler önüne sermekten çekinmemiştir. Onun romanları özellikle karakter yaratmada oldukça başarılıdır.
Romanlarını oluşturmadan önce belli bir hazırlık ve planlama dönemi yaşadığını tespit ettiğimiz Atılgan, eserlerinin yapı bakımından nasıl oluştuğunu ve oluşacağını hikayeleriyle göstermiş olur. Yazarın Bodur Minareden Öte adlı hikaye kitabı kentten, kasabadan ve köyden olmak üzere üç bölüme ayrılır. Bu bölümleme Atılgan’ın romanlarında da göze çarpar. Yazarın ilk romanı Aylak Adam bir kentlinin romanıdır. İkinci romanı Anayurt Oteli’nde ise olaylar bir kasabada geçer. Son romanı olan Canistan bir köy romanıdır. Bu üç kesimin insanları ve hayatı romanlarında ustaca anlatılmıştır.
Bunun yanında Atılgan’ın üslupçu bir yazar olduğunu da söylememiz mümkündür. Her kelimenin ve cümlenin üzerinde düşünüldüğü, bunların özenle seçildiği açıkça görülebilir.
“Yusuf Atılgan’ın iyi romancı olduğu kadar da ‘üslupçu’ olduğu hemen bütün eleştirmenlerce benimsenmiş bir hükümdür. Romanının her cümlesini ‘Yeniden yeniden yazdığı’ söylenmiştir. Bu titizliği yüzünden, bir ömür boyu iki roman verebilmiştir. Aylak Adam üzerine konuşurken kendisi de ‘Bence roman, şiir gibi yazılır. Romanda deyişin çok büyük önemi var.’ Diyordu. Böylece romanın ‘mesajından’ ziyade bir üslup meselesi olduğunu, o yıllarda (1959) köy ve toplum ‘bildiri’cilerine karşı, cesaretle anlatıyordu.”
“Atılgan, romanının her cümlesi üzerinde sabırla çalışmış, belli, her cümle güzel bir şiirdeki sözcükler gibi, yerli yerine oturmuş. Bilinçli bir dil çabası var. Üstelik üslubu var. Şunun için ‘üstelik’ diyorum: son zamanlarda temiz dil, bütün romancılarımızın baş kaygısı; ama temiz bir dille yazmak, aydın takımının ulaştığı ortalama dili sürdürmek başka, kişisel bir üslubu olmak başka. Romancılarımızın çoğunun dilleri temiz, ama üslupları yok, dili kendilerine özgü kullanışları, yoğuruşları yok. Atılgan’da bu var. Ortalama bir aydın dilini sürdürmekle yetinmiyor; kendi üslubunu bulmuş.”
Atılgan’ın Aylak Adam romanı klasik roman tekniğine yakın tarzda yazılmıştır. Fakat yazar üslubu hareketlendirmek için kahramanlarına günlük, mektup yazdırır; bazen de olayları birinci tekil kişi ağzından anlatır. Canistan romanı Aylak Adam’dan da klasik bir tarzda yazılmıştır. Yazar bu romanında herhangi bir biçimsel arayışa girmemiştir.
Anayurt Oteli ise teknik açıdan da farklılık gösterir. Roman, tekniğiyle de bir şeyler anlatmak ister. Yazar Aylak Adam’da iç çözümlemelere giderken Anayurt Oteli’nde bu yolu bırakır ve karşıtlıklardan yararlanır.
“Yazar psikolojik yöntemi bir yana bırakır ve onun yerine birtakım karşıtlıklara dayanan bir yapıdan yararlanmaya çalışır. Bu yapıyı açıklamak için, anlatının kurgu, karakter, zaman ve mekan gibi öğelerine yayılmış ve metni bütünleyici bir rol oynayan iletişimsizlik/iletişim karşıtlığı ile bu ana karşıtlıktan doğan birey/toplum, kapalı/açık, susma/konuşma, içerisi/dışarısı karşıtlıklarına başvurmamız gerekecektir. Bir de tekrar edilen motiflere.”
Yusuf Atılgan sanat anlayışını Aylak Adam romanında Açıkça belirtmiştir. Kelimelere gösterdiği özeni, cümleler üzerinde uzun uzun düşündüğünü C.’nin ağzından okuyucuya aktarır.
“İş yapmayı düşünen Aylak Adam, kendisini avutacağını bilmekle beraber, herkesin, her gün yaptığı biteviye, otomatça işlerden de nefret etmektedir. Ancak ‘yaratıcı ve orijinal’ bir iş yapmaya karar verdiği zaman rahatlamaktadır. ‘Yaratıcı güç iş’ derken ‘yazmayı kastetmektedir. Yazı yazarken C.’nin bir sıtma halinde gibi sürekli çalışması, yazma tarzı, üslup ve kelimeler üzerinde düşünceleri, ‘Cümle üzerinde saatlerce durması, düşünceleri seçmek sorumluluğu, kelimeleri yetersiz bulması’ tıpatıp Atılgan’ın fikirleridir. Yazarlığa, tasarıları ve hevesleriyle de Atılgan ‘Aylak Adam’ın’ kendisidir.”
Yazar romanlarında okuyucuya büyük güven duyar. Romanda yöneltilen bir sorunun cevabı birkaç sayfa sonra soru tekrar edilmeden verilir. Örneğin; 52. sayfada C. Güler’in gözlerinin ne renk olduğunu merak eder. Yazar bunu okuyucuya aktardıktan sonra 62. sayfada bu sorunun cevabını verir. “koluna değdi, durdurdu. Koyu maviydi.”
Romanlarındaki ortak özelliklerden biri de ayrıntıları ve çağrışımları ustalıkla kullanmasıdır. Anlık çağrışımlar önceleri önemsiz gibi görünse de bunlar kahramanlarının ruhsal durumlarını açıklaması bakımından oldukça önemlidir. Ruh tahlillerinde Freud’a inandığı göze çarpmaktadır.
“Burada ve romanın bütününde, Freud’a iman ölçüsünde inanmış bir adamın ruh tahlilleri görülüyor. Her iki romanda C.’nin de Zebercet’in de hemen bütün benlikleri ve çevreleri kadınla ‘cinsellik’le, çok yerde lüzumundan fazla açık sözler ve sahnelerle doludur. Bazen öyle gelir ki, Atılgan, iki kahramanını ve öbür figürleri, Freud’un (sonunda bir kısmı Adler ve Yung tarafından çürütülmüş olan) nazariyeleri için bir uygulama alanı yapmıştır. Her satırında Freud’un insan ruhunu erotik açıdan bir kehaneti dile gelmektedir.”
Yusuf Atılgan’ın romanlarının alt yapısında J. P. Sartre’ın “Başkaları cehennemdir” sözü oluşturmaktadır denilebilir. Bu özellikle ilk iki romanında belirgindir. Onun bakış açısında “abes ve saçma” düşüncesi yer alır. Kahramanlar yaşamın kısır döngüsünü anlamlandıramazlar. Varolan düzene ayak uyduramazlar. Bu yüzden önce hayatı kendilerine göre anlamlandırma çabasına girerler. Başarısızlık onlar için büyük bir hayal kırıklığı, hayal kırıklığı ise yenilgi demektir.

SONUÇ

Yusuf Atılgan Türk romanına yapısal, tematik, tip ve karakter bakımından değişiklik getirmiş yazarlarımızdandır. Atılgan’ın romanlarına kadar iç dünyası, ruhsal bunalımları ve çözümlemeleriyle ele alınan tipler, edebiyatımızda çok sık rastlayamayacağımız tarzdadır. Atılgan romana tutunamayan, aylak, düzene ayak uyduramayan, sorgulayan insan tipini getirmiştir.
Bizde bu değişiklik 20. y.y.’a rast gelirken Avrupa’da bir yüzyıl öncesine yani 19. y.y.’da, 1839 yılında Lermontov’un yazdığı “Zamanımızın Kahramanı” adlı romanla başlar. Bunu Griboyedov’un yazdığı “Akıldan Bela” ve Gonçarov’un yazdığı “Oblomov” adlı romanlar takip eder.
“Çağımızın Bir Kahramanında Lermontov, XIX. Yüzyıl Rus edebiyatının Puşkin’in Evgeny Onegin’i ile ülküleştirilen ‘romantik’ tiplerine karşı yeni ve değişik bir insan tipini koyar ortaya: Peçorin.”
Bu konuyla ilgili Fethi Naci’nin fikirleri şöyledir:
“Yusuf Atılgan’ın romanını okurken Lermontov’un romanını, Zamanımızın Kahramanı’nı hatırladım. Lermontov, Aylak Adam’ın yayımlanmasından yüz yirmi yıl önce, 1839 yılında, bitirdiği romanına, 1841 yılında yazdığı ön sözde şöyle diyordu: ‘Zamanımızın Kahramanı, sayın efendilerim, hakikaten bir portredir, fakat bir tek insanın değil; bu bütün neslimizin, tam gelişme halinde bulunan, kusurlarından vücuda getirilmiş bir portredir.’ Atılgan’ın romanını bitirince, Lermontov’un ön sözünün sonu geldi aklıma: ‘Hastalığın meydana çıkarılmış olması da yeter… Tedavisine gelince, orasını Allah bilir!’ Zamanımızın Kahramanı’nı yeniden okudum. Peçorin’le Aylak adam’ın benzer koşullar içinde yaşamaları, toplumun çözülüş yıllarının aydın kişileri olmaları, Lermontov’un romanında Atılgan’ın kişisini aydınlatan parçalar bulmama yol açtı; Peçorin’le Aylak Adam arasında benzerlikler buldum. Bunu Atılgan’a karşı söylemiyorum; çünkü iki romancının kişilerini ele alışları, söylemek istedikleri arasında önemli ayrımlar var; bunları görmemek, Atılgan’ın Yunus Nadi Armağanı’nda ikinciliği kazandığı günlerde Kim dergisinde roman için yazı yazan eleştirmenin Aylak Adam’la H. de Montherlant’ın Genç Kızlar’ı arasında ilişki kurması kadar saçma olur.”
Yusuf Atılgan’ın romana getirdiği değişikliği Oğuz Atay’ın 1971 yılında yazdığı “Tutunamayanlar” adlı romanında çok daha gelişmiş bir şekilde görebiliriz. Oğuz Atay da Atılgan gibi bireyin sorunlarına eğilmiş ve burjuva zihniyeti karşısında bireyin isyanını dile getirmiştir. Atay ve Atılgan’ın romanlarında göze çarpan ortak özelliklerden biri de biçimle ilgili ortak tutumlarıdır. Her iki yazarın da Tutunamayanlar ve Anayurt Oteli’nde biçimi önde tutarken konuyu bir araç olarak kullandıkları görülür.
“Atay ve Atılgan’ı birleştiren ve öncekilerden ayıran bir özellik de biçimle ilgili tutumlarında bulunur. Edebiyatta iki karşıt eğilim yüzyıllar boyu kendini göstermiştir. Bir yanda, okura herhengi bir konuda (ahlaksal, siyasal, toplumsal vb.) söyleyecek bir sözü olduğu için yazan ve bu sözü sunuş biçimini yalnızca bir araç olarak kullanma eğilimi gösteren yazarlar vardır. Beri yanda ise sunuş biçimini asıl amaç sayarken konusunu bir araç olarak kullanma eğilimi gösteren yazarlar buluruz. Genel olarak Türk romanında birinci eğilim egemenken Tutunamayanlar’da ve Anayurt Oteli’nde öteki eğilimin güçlendiğini görürüz. Başka bir deyişle, bu iki yazarı, dile getirdikleri bireyin sorunları kadar, hatta ondan çok bu sorunları dile getirmek için başvurdukları ya da icat ettikleri anlatım yöntemleri ilgilendiriyor.”
Tutunamayanlar romanındaki insanlar, düzene ayak uyduramamış, burjuvaların kurallarını, değer yargılarını, beğenisini, yaşam biçimini reddeden, topluma yabancılaşmış, yalnız insanlardır. Yusuf Atılgan’ın yarattığı tipler de böyledir. Kendilerini toplumun dışında hisseden, düzene ayak uyduramayan, gittikçe yalnızlaşan insan tipi.
İnsan tipinden bahsetmişken Yusuf Atılgan’ın romanlarındaki tipleri karşılaştırmak doğru olacaktır. Yazarın ilk romanında başkişi Aylak Adam yani C.’dir. Yazar, kahramanın adını bile vermez. C. geçmişinden kurtulamayan, paralı fakat aylaklığı seçmiş, kendini yalnız hisseden, hayatta tutunulacak tek dalın gerçek sevgi olduğuna inanan, aydın ve kentli bir insandır. Dış görünüş olarak da etkileyici ve yakışıklıdır. Anayurt Oteli’nin kahramanı Zebercet ise taşralı, yoksul, güçsüz, çelimsiz, çirkin yüzlü ve içine kapanıktır. Bu yönleriyle C. ve Zebercet birbirine zıt iki karakterdir. Fakat her ikisinin ortak özelliği yalnız olmaları, aradıkları hayatı ve aşkı bulamamaları, topluma küskünlükleridir. C. istediği kadınla birlikte olabilen, cinselliği yaşayabilen biridir. Buna rağmen geçmişinden kurtulamadığı için cinsel hayatında sorunlar yaşar. Zebercet ise hayatında bir kez bile bir kadınla karşılıklı, sıcak bir cinsel ilişki kuramamıştır.
“Aylak Adam’ın başkişisi ile Anayurt Oteli’nin başkişisi, birbirlerine kesinlikle karşıt olan tipler. Atılgan’ın dünya görüşü açısından bakılırsa, bu bir rastlantı değil. Anayurt Oteli’ndeki otel katibi Zebercet, saçmaya varan bir monotonluğu simgeliyorsa, Aylak Adam bunun tam karşıtı olan tipi simgeler. Atılgan, bu iki karşıt tipte insanın durumunun değişmediğini vurgulamak, bu karşıtların birbirlerine dönüşebileceğini belirtmek, iki durumun da bir olguyu, yabancılaşma olgusunu dışlaştırdığını göstermek istiyor.”
şeyleri yapmışlardır. Zamanın oradaki akış hızına uymuşlardır. Belirli bir ritm içerisinde kurmuşlardır hayatlarını.”
Atılgan’ın romanlarında olay örgüsüne bakacak olursak; ilk iki romanında olayların arka planda kaldığını görürüz. Burada olayların yerini kahramanların iç çekişmeleri, ruh tahlilleri almıştır. Yazar yarattığı tiplerin ruhsal sorunlarına ve gittikçe toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmalarına dikkat çekmek istemiştir.
Yazarın romanlarındaki temalar da daha önce yazılmış romanlara göre daha farklıdır diyebiliriz. Bunların başında kahramanların düzene başkaldırıları, aşk, cinsellik, yalnızlık, hayal kırıklığı gibi temalar yer alır. Tematik bakımdan yazarımızı daha önceki bir çok yazardan ayıran ve özgünleştiren, onun bireyin yalnızlığına yaptığı kuvvetli vurgudur.
Son olarak romanların bitiminde kahramanların yaşadıkları sona değinmek doğru olacaktır. Üç romanda da kahramanlar mutlu sona ulaşamazlar. Yazar bunu bilinçli olarak yapmıştır. Onun kahramanları tam olarak yaşamın bilincine varamamışlardır. Atılgan ise kahramanların yaşama biçiminin ve içinde yaşadığı toplumsal koşulların bilincindedir. Yazar, kahramanlarının ulaştığı sona bağlı olarak okuyucularının olumsuz etkilenişlerini engellemek amacıyla, romanlarında işlediği temaların dışında hayatta tutunulacak başka dalların olduğunu göstermek yoluna gitmiştir.

KAYNAKÇA
AKTAŞ, Şerif; Roman Sanatına Giriş,

ATILGAN, Yusuf; Aylak Adam, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, İstanbul, Ağustos 2001.

_______________; Anayurt Oteli, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, İstanbul, Haziran 2001.

_______________; Canistan, Yapı Kredi Yay., 2. Baskı, İstanbul, Eylül 2001.

ÇELİK, Behçet; Yusuf Atılgan’ın Bitmemiş Son Romanı Canistan, Virgül Dergisi, Aralık 2000.

KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı 5. Cilt, Türk Edebiyatı Yay., İstanbul, 1997.

MORAN, Berna; Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış 2, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 2002.

NACİ, Fethi; On Türk Romanı, Ok Yay., 1. Baskı, İstanbul, Ocak 1971.

YAVUZ, Hilmi; Roman Kavramı Ve Türk Romanı, Bilgi Yayınevi, Ankara, Mart 1977.

YUSUF ATILGAN VE ESERLERİ

Yusuf Atılgan’ın yarım kalan romanı Canistan 2000′in son günlerinde yayımlandı. Sağlığında iki roman ve bir hikâye kitabı yayımlayan Atılgan, hikâye kitabı Bodur Minareden Öte’yi üç bölüme ayırmıştı: “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten”. (Son baskıda Bütün Öyküleri adını alan kitaba, Atılgan’ın daha önce Eylemci adıyla yapılan baskıdaki iki hikâyesiyle Ekmek Elden Süt Memeden adlı masal kitabındaki masalları da eklenmiş.) İlk romanı Aylak Adam’ın büyük kentte ve ikinci romanı Anayurt Oteli’nin kasaba irisi bir şehirde geçtiğini anımsayınca, bu son romanın köyde geçiyor oluşuyla, Atılgan’ın hikâye kitabında olduğu gibi, bir bütünlüğe ulaşma çabasında olduğunu düşünebiliriz.

Atılgan’ın yapıtları, farklı mekânları ve dolayısıyla farklı toplumsal kesim insanlarını ele almalarına karşın, çoğunlukla birlikte değerlendirilmiştir. Örneğin Berna Moran, “iki roman arasında öyle benzerlikler göze çarpar ki insan, Atılgan’ın aynı konuyu, farklı roman anlayışlarının getirdiği yeni bir teknikle yazmak istediği sanısına kapılabilir,” diye yazar. Moran’dan farklı olarak bu iki roman arasındaki benzerliklerden çok farklılıkların romanlardaki teknik farkını doğurduğunu savlayan Nurdan Gürbilek de, farklılığı bir bütünün iki görünümü olarak tanımlar: “Zebercet olsa olsa aylak adamın öbür yüzüdür; aydının bastırdığı yüzü, şehrin dışı.”

Canistan da bundan böyle Atılgan’ın öbür romanlarıyla birlikte ele alınacak sanırım. Berna Moran, Aylak Adam’ın “klasik roman kurallarıyla” yazıldığını, Anayurt Oteli’nin ise biçimsel olarak da bir şeyler anlatan yapıtlardan olduğunu belirtir. Teknik olarak bakıldığında, bu son romanın Aylak Adam’dan da “klasik” bir tarzda kaleme alındığını görüyoruz. Aylak Adam’da, mektuplarda örneğin, farklı bir söylemle karşılaşırız ve bu mektuplarda gerçeğin tahrif edildiğini gören anlatıcı müdahale eder; okurun dikkatini mektup yazarının yalanına çeker örneğin. Bu müdahaleler “klasik” romanlarda pek de farkına varmadığımız “anlatıcı”nın farkına varmamızı sağlayan müdahalelerdir.

Canistan’ın karşımıza çıkan bitmemiş halinde herhangi bir biçimsel arayışa rastlanmıyor ve öbür iki romana göre çok hızlı akan bir temposu var anlatımın. İlk iki romanda ayrıntılara önem verilir; bazı hareketleri, neredeyse, yavaşlatılmış biçimde seyrettiğimiz hissini uyandıran bir kesik kesiklik vardır anlatımda. Canistan’da aylar yıllar birkaç cümlede devriliverir, insanlar birkaç paragrafta ölüverirler. Bu tempo farkını nasıl yorumlamalı? “Aylak Adam” (adını değil, yalnızca adının baş harfini biliriz: C.), çevresini kuşatan kent hayatının dışındadır; çalışmadığından zaman onun için kentteki öbür insanlar için olduğundan daha farklı akar. Zebercet’in taşrasında da, hayatın ritmi kentteki kadar hızlı değildir, ama Zebercet o kadar yalnızdır ki onun zamanı ötekilerin zamanlarından ayrılmıştır; aksak bir ritmdir. Bu ritm, otele müşteri almamaya başladığında neredeyse durur. Kestaneci ona tezgâhın önünde “maşatlık taşı gibi” dikilip durduğu için kızdığında geçen zamanın farkında değildir örneğin. (Zebercet’in yedi aylık doğduğunu ve çocukluğunda bunun sürekli yüzüne vurulması nedeniyle “sabrı” öğrendiğini de anımsayabiliriz burada.)

Türkiye’de roman kentlilerin hikâyelerini anlatan bir tür olarak doğmuştu. “Millî edebiyat”ı savunan yazarlar Cumhuriyetle birlikte Anadolu’ya yöneldilerse de, doğrudan köy hayatına odaklandılar. 1960 sonrası toplumculuğun edebiyat dünyasında yaygınlaştığı dönemde de bu değişmedi; yoksul köylü-ağa çelişkisi üzerinden yazılan romanlar yayımlandı. Kasaba hayatı ya da “taşra”da yaşayanların hikâyeleri görece az yazıldı ve yayımlandı. Yusuf Atılgan’ın bir özelliği de “taşra”yı edebiyat dünyasına taşımış olmasıdır, diyebiliriz. Nurdan Gürbilek, yukarıda da andığım, Atılgan’ın romanlarının yanı sıra “taşra” duygusunu da anlattığı “Taşra Sıkıntısı” başlıklı denemesinde, C.’nin “şehrin yüzeyini tararken, dönüp dolaşıp taşraya gel”diğini yazar (Yer Değiştiren Gölge, Metis Yayınları, 1995). Canistan’da da köy hayatı anlatılır büyük ölçüde, ama yoksul ırgat Selim’in evlendikten sonra “kasaba toplumuna uyma eğitimi” alması ve akabinde kasaba siyasetine bulaşması da ilgi çekicidir. Osmanlının büyük dönüşümler yaşadığı “hürriyet” yıllarının bir Ege kasabasındaki karşılığını okuruz bu kitapta. (Bugün ülke siyasetini Orta Anadolu’dan gelen oyların belirlediği sıkça söylenir, ama nedense Yusuf Atılgan gibi “taşra”yı anlatan çağdaş bir yazarımız, neredeyse, yok! Büyük medya gibi edebiyat dünyası da kendisini İstanbul’a, bir parça da Ankara’ya hapsetmiş gibi.)

Canistan’da hikâyesini öğrenebildiğimiz iki kahraman “Yargıç” Selim ile “Tanık” Kadir, Zebercet ve C.’den farklı olarak içinde bulundukları ortamla ve öteki insanlarla büyük içsel çelişkiler yaşamazlar. Hayatın onlara sunduğu o koşullardaki başka insanların hayatlarından farklı değildir hayatları ve çoğu kez bir başkasının da yapmayı seçebileceği şeyleri yapmışlardır. Zamanın oradaki akış hızına uymuşlardır. Belirli bir ritm içerisinde kurmuşlardır hayatlarını. Belki de Zebercet’in hareket alanını daraltan “olanakların çeşitliliği” onlar için söz konusu olmadığından, “neyi, neden yapıyorum?” sorusu akıllarına gelmeden harekete geçmişlerdir. Selim ile Kadir’in hayat çizgilerinde şaşırtıcı bir benzerlik vardır; Selim’in hayat çizgisinin sonlandığı gün Kadir, Selim’in bir zamanlarki hayatının bir benzerini yaşamaya başlar. Olanakların azlığını (çeşitsizliğini) göstermez mi bu döngü?

Bununla birlikte, romanın ortaya çıkması için bu tempoda süreksizlik yaratan bir kırılma gerekir. Selim’in hayat çizgisine yakından baktığımızda, gördüğümüz iki ana kırılma noktasından birincisini romanın hemen başında öğreniriz. Yanaşma olarak yaşadığı evin oğluyla çelişkiye düştüğü an bir şeyler değişiverir Selim için. Ağanın oğlu Ali’yle arkadaştırlar. Başkaları onları “bir” tutmazlar; bunu çok önemsemez Selim, ama “körpe sıpayı düzmek için dama yürüdüklerinde”, Ali’nin de ötekiler gibi düşündüğünü sezer, “önce kim girecek?” diye sormamıştır Ali. Sıpanın kendi malı olduğunun altını çizmiştir. Oysa Selim’e eşi alınmayan tüfeği istemeyecek kadar “paylaşımcı”dır Ali. “Sıpa” meselesinden sonra orayı terk eder Selim; kimse anlayamaz neden gittiğini. Bu “bir tutulmama”yı bir haysiyet sorunu olarak yaşamıştır Selim. Yıllar sonra bu nedenle Ali’yi öldürdüğünde, “öldürdüm, ama horlayamadım,” demesinden, yaşadığını “horlanma” olarak algıladığını anlarız.

İkinci kırılmayı eşinin ölümünde yaşar Selim. Bu kez onu horlayan “Tanrı”dır. Çalışıp didinerek kurduğu hayat altüst olmuştur bu ölümle. Yabanıl bir ırgat olmaktan çıkıp toprak sahipliğine geçmişken ve onun gereklerini yerine getirmeye, namaza gitmeye, kahveye çıkmaya, gazete okumaya başlamışken hepsini bırakır. Eski ırgat haline de dönemez. Araya savaş ve asker kaçaklığı girince kendisini çetebaşı olarak bulur.

Atılgan, öbür iki kahramanının, C. ile Zebercet’in psikolojik çözümlemelerinin yapılmasını mümkün kılar; “ruhsal bakımdan sağlıksız insanlardır ikisi de,” diye yazar Berna Moran örneğin. Yaşadıklarının toplumsallıkla ilişkisi yok gibidir, başlarına gelenler tekil durumlardır. Zebercet’te bu tekil hayat, otel ve geri dönüşü beklenen insan metaforları bağlamında bir parça toplumsallaşabilirse de, C., romanın sonunda yaptığı psikolojik çözümlemeyle sorunsalını babasıyla yaşadığı çelişkiye indirger adeta. Onun alameti farikası olan aylaklığı babası gibi çalışmak istememesinin sonucudur. Babası aylak olsaydı o çalışmayı seçecekti; bu nedenle C.’nin hikâyesi tekillikten çıkıp genelleşemez.

Selim’de somutlaşanlarsa çok daha toplumsaldır: İnsanın hayatında bazı şeyler belirli bir rahatlıktan sonra mümkündür. Karnı doyup barındıktan, eşini bulduktan sonra toplum hayatı, din, memleket meseleleri gibi sorunlar insanı meşgul etmeye başlar. Selim’i, yine de, doğal (ilkel) hayatın bir temsilcisi olarak göremeyiz, “haysiyet”li bir hayat ihtiyacı maddî ihtiyaçların da önüne geçer. Horlandığını sezdiği yerde her şeyi bırakmıştır. Ya da şöyle düşünebiliriz: “Haysiyet” de doğal bir şeydir. Kentli insanlar olarak nasıl işlendiğini anlayamadığımız “namus cinayetleri”ni işleyenlere benzemez mi bu bakış açısıyla Selim? Yunanlılarla çatışırken de onu harekete geçiren aşağılanmamak arzusudur. Yunanlıların kendilerini “horlamamaları” için direnir belki de. Ondaki “ulusal bilinç” ötekinin tahakkümüne girmemektir.

Zebercet’le C.’nin yaptıkları “saçma” olarak adlandırılabilir. Oysa Selim’in Ali’yi öldürmesi, vahşicedir; belki tam olarak anlaşılabilir bir şey de değildir, ama saçma değildir. Selim, horlanmasının intikamını almıştır (almaya çalışmıştır). Ali’yi yalnızca çocukken onu horlamış bir arkadaş olarak alamayız; Ali, toplumsal olarak da Selim gibileri horlayanları temsil eder. Arkadaşlarıyla birlikte Yunan ordusuna karşı savaşırken zenginler “ilk günlerde para ve yiyecek sağlamakta yanaşma”dığında, onları işkenceyle yola getiren Selim’in kurtuluştan sonrası için de çok umudu yoktur.

Mahmut Bey gibi iyiler, yürekliler hep ölecek anlaşılan. Ne tuhaf, gâvurlar kovulduktan sonra buralar tümden korkaklara, sünepelere kalacak

der. Hem Ali’yi öldürür hem de kendi ölümünü seçerken bir etmen de bu olsa gerek. Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde otelin adının kaynağı için yazdıkları, ne kadar da Selim’in düşünceleriyle benzeşir:

Düşman elindeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki.

Ali bir sıpa düzme hikâyesi nedeniyle ölmekte olduğuna inanamaz. “Büyük bir suçum olmalı, bu yazgıyı yaşamam için. Selim alet oldu buna,” diye geçirir içinden. Yusuf Atılgan, romanın bölüm başlıklarıyla Ali’yi destekler. İşkence yapan ve öldürene “Yargıç”, ölene “Sanık” der (demez de, bunu kitabın arka kapak yazısından öğrendiğimiz gibi, tahmin de edebiliyoruz. İlk bölüm “Duruşma” olduğuna göre, oradaki üçüncünün hikâyesi, yazılamayan “Sanık” başlıklı bölümde anlatılacak olsa gerek[ti]).

Buradan da anlıyoruz ki ortada bir “suç” var ve bu “suç”, Selim’in yaptıklarını “saçma” olmaktan çıkarmaktadır. Selim Ali’yi cezalandırmıştır. Bu “suç” ve “ceza” kavramlarından Yusuf Atılgan’daki adalet duygusuna geçebiliriz. Özellikle gündelik hayattaki adaletsizlikleri sıkça ele almıştır Atılgan. Sineye çekilebilecek adaletsizlikleri kendilerine sorun yapar kahramanlar, ya da bize ilk başta tuhaf gelecek bir adalet duyguları vardır. Bunlara örnek olarak C.’nin kendisini döven terzileri, yanlış kişiyi dövdüklerini anlatmak için araması ya da kendi içi bulanırken “başkalarının iştahla yiyebilmeleri”ni “alçakça bir haksızlık” olarak algılaması verilebilir. Zebercet’in kendisine bağıran kestaneciyle ödeşmek için kestaneleri para karşılığı soydurtması, önceki aşağılanmanın karşılığı değil midir?

Ali ile Selim’in hikâyesine dönersek, Ali, kendince, her zaman “adil” davranmıştır Selim’e karşı. Ama “sıpa hikâyesi”ni, “adil” davrandığını sananların bilinçaltlarının açığa çıktığı an olarak yorumlamamız gerekir belki de; Selim’in sezdiği de budur. “Mahrem olan”ın alanında asıl niyet ortaya çıkmıştır. Ali bilinçli olarak horlamamış da olsa, Selim horlandığını hissetmiş ve yıllarca intikam isteğini diri tutmuştur içinde. Ali’nin damdan içeri ilk giren olması değil, “ilk kim girecek?” diye sormamasıdır bozulduğu. “Eşit” olarak görülmediğini sezmiºtir o an.

Eşinin ölümünü, Selim’in hayatındaki ikinci kırılma olarak tanımlamıştım. Evlendikten sonra “kasaba hayatı”na uyum sağlayan Selim, eşiyle dingin ve pastoral bir hayat kurmuştur. (Selim’le eşinin hikâyesinin Anayurt Oteli’nin sonunda anlatılan, Zebercet’in annesinin yaşadığı konaktakilerin hayatlarıyla akrabalığı vardır. Selim’in eşinin ilk kocasının ölümü Haşim Beyin damadının ölümüyle aynıdır. Selim’le eşinin sıcak gecelerde ırmak kıyısına inip sevişmeleri de, Rüstem Beyle eşinin hikâyelerinin aynısıdır.) Hayatındaki bu ikinci kırılma sonrasında da, Selim’in adalet duygusu görünür hale gelir. Eşinin ölümünden sonra başkasıyla evlenme önerilerine hep aynı yanıtı verir; yaşadığı ev eşinindir, başka bir kadınla orada yaşayamaz. Mutlak anlamda sahiplenememiştir bağı, bahçeyi. Oysa bir malikten daha istekli ve çalışkan olmuştur her zaman; çalıştığı her yerde emeğiyle toprağı canlandırmış, bağları bayındır hale getirmiştir.

Zebercet, harekete geçeceği zaman yapabileceklerinin çokluğuna takmıştır kafayı: “İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu,” diye geçirir içinden. “Ne için yaşar insan?” sorusunu, bir sonraki hangi adımı, niçin atacağı sorusuyla karşılamaya kalkışır; bir sonraki “an”dan başka tutunacak bir şeyi yoktur. C. biraz daha fazla farkındalık taşır gibidir: “Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. (…) Kimi zenginliğe tutunur; kimi müdürlüğüne, kimi işine, kimi sanatına. (…) Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü farketmez,” dedikten sonra, “gülünç olmayan tek tutamağı” aradığını söyler; “gerçek sevgi”yi arıyordur. Bulamayacaktır C. “Gerçek sevgi”, “gerçek”in sıfat olarak kullanıldığı her yerde olduğu gibi, ülküsel kalacaktır ve bu nedenle “Aylak Adam” bu “tutamağı” tutamayacaktır. Başkalarının tutamakları gülünç ama gerçekken, onun trajedisi ötekilere gülerken hayatın dışına düşmesindedir belki de. Selim, Zebercet’ten de, C.’den de farklı olarak harekete geçmeden önce fazla düşünmez, daha içgüdüsel bir dünya görüşü vardır. Tanrı’yla ilişkisi de arızîdir, daha önce de belirttim, bazı asgarî koşullardan sonra aklına gelir Tanrı. Bu nedenle, çocukken de, evlendikten sonra da oruç tutamaz, gizli gizli bir şeyler atıştırır. Selim’in asgarîsinin “onur” kavramını içerdiğini, bir kez daha, vurgulamak gerek. Kendi seçimi olan ölümüne giderken geri dönüşün, “yazgısını değiştirmenin” mümkün olacağı gelir aklına bir an, ama “bu utançla yaşayamam,” der. “Eh, ne yapalım, yazgımız böyleymiş,” derken kadercidir belki, ama unutmamak gerekir, bu yazgıyı “seçmiştir”.

Selim’in yoldaşı Kadir de, “Tanrım bağışlar. Boy aptestini yarın alırız,” derken arzularını öne çıkartır. Halden anlayan bir Tanrı’ya inanabilir ikisi de. Yaşam koşullarını bilen ve anlayan bir Tanrı. Adalet kavramına dönüyoruz yine. Ancak adil bir Tanrı’nın varlığını kabul edebilir Selim’le Kadir. Yerküre yeterince adaletsizken, göklerdekinin de adaletsiz olmasını düşünemezler. Nitekim, Kadir, romanın sonunda karısına, “bunca patırtıda canımı almayan Tanrı bizi kayırır. Korkma,” der. Kurmaca ve dıştan dayatılan değil, yaşantısal ve seçilmiş bir yazgıya işaret eder. Yaşadıklarının yaşayacaklarını belirleyeceğini düşünen birisinin sözleridir bunlar.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir